KADINA YÖNELİK ŞİDDETİN ÖNLENMESİ’NE İLİŞKİN DEVLETİN SORUMLULUĞU VE AVRUPA İNSAN HAKLARI MAHKEMESİ İÇTİHATLARI (SELMA BÜYÜKER)

Yazının pdf hali için: https://s7.dosya.tc/server18/p1jo1j/_775__I__775_C__807_TI__775_HATLARI_DERLEMESI__775_.pdf.html

Kadına yönelik aile içi şiddet toplumsal cinsiyet eşitsizliğinin özel bir görünüm şeklidir. Fiziksel, psikolojik, cinsel ya da ekonomik şiddet olarak karşımıza çıkmaktadır. Toplumun en küçük birimi olan aile birliğinde şiddete rıza gösterilebileceği varsayımı hem kamu düzenini hem hukuk devleti ilkesini derinden sarsar. Bu sebeple devlet, aile içinde şiddet gördüğünü ilgili makamlara bildiren, bildirmeyen ya da yaptığı bildirimi geri alan kadının “yaşama hakkını” teminat altına almalıdır.
Devlet yaşama hakkını gerek uluslararası hukuktan doğan yükümlülüklerini gerekse ulusal mevzuattan doğan yükümlülüklerini yerine getirerek koruma altına almaktadır. Bu yükümlülüklerin gereği gibi yerine getirilmemesi halinde devletin meydana gelen zararlardan sorumlu olması gerekir .
Aile içi şiddete yönelik gerekli tedbirleri almak devletin anayasal yükümlülüğüdür. Kadına yönelik aile içi şiddetin önlenmesi ile korunmak istenen hukuki değerlerin başında; yaşama hakkı, eşitlik ilkesi, ayrımcılığa uğramama hakkı ve işkence görmeme hakkı gelmektedir. Kadına yönelik aile içi şiddetin önlenmesi ile korunmak istenen hukuki değerlerin başında; yaşama hakkı, eşitlik ilkesi, ayrımcılığa uğramama hakkı ve işkence görmeme hakkı gelmektedir.
Yaşama hakkı öncelikle insanın fiziksel ve biyolojik olarak sağlıklı bir şekilde doğmasını; varlığını moral ve kültürel gelişim olanaklarına sahip olarak sürdürülebilmesini; fiziksel, biyolojik, psikolojik, moral ve kültürel bütünlük içinde hukuki anlamda bir kişi olarak toplum yararına dahi doğal sınırlamalar dışında yok edilmemesini ifade etmektedir. Bu hak ayrıca kamusal makamlar tarafından kişinin yaşamına yönelen tehlike ve risklere karşı korunmayı isteme hakkını da (kamusal koruma) içermektedir. Kamusal koruma, hem yaşama hakkına saygı duymak gibi negatif bir yükümlülük olarak hem de şiddetin önlenmesine ilişkin gerekli tedbirlerin alınması gibi pozitif bir yükümlülük olarak karşımıza çıkmaktadır. 1
 2020-2021 Ankara Üniversitesi İnsan Hakları Hukuk Kliniği Öğrencisi.
1 Düğmeci Fatih, Gürsel Esin, “Kadına Yönelik Aile İçi Şiddetin Önlenmesi Hususunda Devletin Yükümlülükleri ve Sorumluluğu”, Dokuz Eylül Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dergisi, Yıl 2019, Cilt 21, Sayı 2, s. 843.
Negatif yükümlülükler kapsamında Türkiye 1985 yılında Kadına Yönelik Her Türlü Ayrımcılığın Önlenmesi Sözleşmesine (CEDAW) taraf olmuştur. 1995 yılında Dördüncü Dünya Kadın Konferansı sonucunda kabul edilen Pekin Deklarasyonunu ve Eylem Planını çekincesiz olarak kabul etmiştir. 14 Ocak 1998 tarihinde 4320 sayılı Ailenin Korunmasına Dair Kanun yürürlüğe girmiştir. 11 Mayıs 2011 tarihinde ise kadına yönelik aile içi şiddete ilişkin devletlere birçok pozitif yükümlülük getiren Kadına Yönelik Şiddetin ve Aile İçi Şiddetin Önlenmesi ve Bunlarla Mücadeleye Dair Sözleşme (İstanbul Sözleşmesi) İstanbul’da Avrupa Konseyi tarafından imzaya açılmıştır. Türkiye bu sözleşmeyi ilk imzalayan devlet olmuştur. Türkiye tarafından 14 Mart 2012 tarihinde onaylanan İstanbul Sözleşmesi 1 Ağustos 2014 tarihinde yürürlüğe girmiştir. İstanbul Sözleşmesi’nin imzalanmasının ardından 8 Mart 2012 tarihinde 6284 sayılı Ailenin Korunması ve Kadına Karşı Şiddetin Önlenmesine Dair Kanun yürürlüğe girmiştir. Böylece Türkiye hem ulusal hem de uluslar arası hukuki metinler vasıtasıyla kadına karşı aile içi şiddete ilişkin kamusal korumanın ilk ayağı olan negatif yükümlülüklerini yerine getirmiştir.2
Yaşam hakkının ikinci niteliği devletin pozitif yükümlülüğünün gereği olarak, bireylerin yaşatılması için gerekli olan önlemlerin alınmasıdır. Mahkemenin uzun yıllara dayanan içtihatlarıyla geliştirdiği ve çerçevesini oluşturmaya başladığı bu yükümlülük, devletlere belli bir yönde pozitif olarak adım atmasını, önlem almasını ve pratik olarak uygulamasını gerektirdiğinden kapsamı itibariyle negatif yükümlülüğe göre daha geniş olduğu söylenebilir3
Hakkın korunması ile ilgili yasal bir sistemin kurulmuş olması ve hukuksal başvuru yollarının mevcut olması, tek başına bu yükümlülüğün yerine getirilmiş sayılması için yeterli değildir. Devletin bu hakkın korunması ve kullanılması ile ilgili olarak kurduğu sistemin etkili ve sonuç alınabilir bir sistem olması gerekir4
İstanbul Sözleşmesi ; biyolojik veya hukuki, ailevi bağ olup olmadığına bakılmaksızın ev içi şiddetin ve kadınlara yönelik her türlü şiddetin önlenmesi ve bunlarla mücadeleye ilişkin standartlar öngören ve Avrupa ülkelerini hukuki olarak bağlayan ilk belgedir. Kadınlar ve erkekler arasında hukuki ve fiili eşitliğin sağlamasının kadına yönelik şiddeti önlemede anahtar bir unsur olduğunu benimseyen Sözleşme, kadınlara yönelik ayrımcılığı da yasaklamaktadır
2 Düğmeci Fatih, Gürsel Esin, Kadına Yönelik Aile İçi Şiddetin Önlenmesi Hususunda Devletin Yükümlülükleri ve Sorumluluğu, s.848
3 Kızılyel Serkan,’’Yaşam Hakkı: AİHM Kararları ve İdari Yargı Uygulaması”, Gazi Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dergisi, C. 18, S. 2, 2014, s. 270.
4 Doğan, Recep: “Kadının Şiddete Karşı Korunmasında Devletin Özen Yükümlülüğü ve Uluslararası Standartlar’’, Ankara Barosu Dergisi, S. 2, 2016, s. 102.
(m. 4). 5 Ssözleşme toplumsal cinsiyete dayalı ayrımcılığı ve şiddeti ele almıştır. Aynı zamanda toplumsal cinsiyet kavramını tanımlayan ilk uluslar arası belgedir.
Sözleşme, ev içi şiddet mağduru olan, yaşı her ne olursa olsun kadın-erkek herkesi, ev dışındaysa şiddet mağduru olan kadınları kapsamaktadır.6
Şiddet Sözleşmede kişinin, fiziksel, cinsel, psikolojik veya ekonomik açıdan zarar görmesiyle veya acı çekmesiyle sonuçlanan veya sonuçlanması muhtemel hareketleri, buna yönelik tehdit ve baskıyı ya da özgürlüğün keyfî engellenmesini de içeren, toplumsal, kamusal veya özel alanda meydana gelen fiziksel, cinsel, psikolojik, sözlü veya ekonomik her türlü tutum ve davranışı olarak tanımlanmıştır.
Devletin şiddet öncesi yükümlülükleri ‘önleme’ başlığı altında madde 12’den itibaren düzenlenmiştir. Bu maddede, taraf devletler ayrımcılıkları önleme hususunda yükümlü kılınmış; töre, namus, din, gelenek gibi sebeplerin şiddet gerekçesi olarak kullanılmaması yönelik gerekli tedbirlerin alınması gerektiği belirtilmiştir. Bireylerin ise bu konuda aktif rol alması gerektiği üzerinde durulmuştur. Ayrıca şiddete ilişkin toplumsal farkındalığın güçlendirilmesi, eğitim müfredatına bu hususla ilgili derslerin yer alması gerektiğine yer verilmiştir. Nihayetinde şiddet öğrenilen bir davranıştır ve ortadan kaldırılması için toplumun, ailenin, bireyin bilgilendirilmesi gerekmektedir; aksi takdirde kadına yönelik şiddet eylemleri sona ermeyecektir. 7
İstanbul Sözleşmesi’nde devletin şiddet sonrası yükümlülükleri “Koruma ve Destek” başlığı altında m. 18’den itibaren düzenlenmiştir. İstanbul Sözleşmesi m. 18-1 hükmü ile devletler şiddet mağduru kadınların korunması ve şiddet sonrasında gerekli önlemlerin alınması hususlarında yükümlü kılınmıştır.
Sözleşmede şiddet sonrası yükümlülükler ‘’genel destek hizmetleri’’ ve ‘’uzman destek hizmetleri” olarak iki kısımda ele alınmıştır. Genel destek hizmetleri kapsamında; devletlerin mağdurlara şiddetin etkilerinin ortadan kaldırılmasına ve azaltılmasına yardımcı olacak hizmetleri sağlaması ve bu hizmetleri sağlamak için gerekli tüm yasal ve idari önlemleri alması gerektiği üzerinde durulmuştur. Mağduriyetlerin ortadan kaldırılmasına yönelik olan bu hizmetlerin kolay erişilebilir hale getirilmesi gerekmektedir. Bu hizmetler ancak mağdurlara yakın ve ulaşılabilir olduğunda kendinden beklenen faydayı sağlayacaktır. Aksi durumda sözleşme gereğince kadına yönelik şiddet vakıalarında başarılı olmayan devlet makamlarına
5 Bakırcı, Kadriye: “İstanbul Sözleşmesi”, Ankara Barosu Dergisi, S. 4, 2015, s.134.
6 Bakırcı, Kadriye: “İstanbul Sözleşmesi”, Ankara Barosu Dergisi, S. 4, 2015, s.139
7Düğmeci, Fatih ; Gürsel,Esin ; Kadına Yönelik Aile İçi Şiddetin Önlenmesi Hususunda Devletin Yükümlülükleri ve Sorumluluğu, Dokuz Eylül Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dergisi, Yıl 2019, Cilt 21 , Sayı 2, s.849
karşı hukuki başvuru yoluna gidilebilecektir.8 Bu bilgiler ışığında Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi Kararları’nı içtihatlarını inceleyecek ve ele alış biçimine bakacağız.
OPUZ – TÜRKİYE DAVASI
AİHM’ nin uluslararası hukukun düzenlemelerinden bahsederek kadına yönelik şiddetin kadına yönelik ayrımcılık biçimlerinden birisi olduğunu tespit ettiği ilk dava Opuz davasıdır. AİHM bu davada ilk kez ev içi şiddetin yaygınlığını ve genellikle gizli kaldığını ortaya koymuştur. Ayrıca, AİHM ilk kez bu davada kadınların ev içinde maruz kaldıkları fiziksel şiddeti bir AİHS 3. madde sorunu olarak değerlendirmiştir.
Bu davada Başvurucu ve annesi, on yıldan fazla süre boyunca, Başvurucunun kocasının ve babasının şiddetine maruz bırakılmıştır. Defalarca kez karakola gidip şikâyetçi olmalarına ve koruma tedbiri talep etmelerine karşın yetkililer hareketsiz kalmışlardır. Başlatılan soruşturmalar, Başvurucunun kocasının tutuksuz yargılanmak üzere salıverildiği her seferden sonra Başvurucunun şikâyetini geri alması nedeniyle son bulmuştur. Çünkü Başvurucu ve annesi her seferinde ağır tehditlere maruz kalmışlardır. Yetkililerin bu pasifliğinin sonucu olarak Başvurucunun annesi Başvurucunun kocası tarafından öldürülmüştür. Kocanın şiddeti, bu öldürme eylemi nedeniyle aldığı hapis cezasının sona ermesinden sonra da devam etmiştir9 Eski koca, evlilik birliği devam etmemesine rağmen defalarca kez izini kaybettirmek adına adres değiştirmek zorunda kalan Başvurucuyu ve yeni ilişki kurmuş olduğu kişiyi tehdit etmiştir. Bu tehditlerde zaten başvurucunun annesini öldürdüğünü ,onları da öldürmekte tereddüt etmeyeceğini belirtmiştir. Başvuranın temsilcisi AİHM’yi, başvuranın eşinin cezaevinden çıktığı ve başvurana yine tehditler yöneltmeye başladığı hususunda bilgilendirmiştir. Başvuranın talebine karşın hiçbir tedbir alınmadığından şikayetçi olmuştur.
Bu nedenle AİHM’den, Hükümet’ten yeterli koruma sağlamasını istemesi hususunda talepte bulunmuştur. 10 Hükümet, kabul edilebilirliğe itirazlarda bulunmuştur. Bu itirazlardan biri başvuranın 2001 yılından önceki gelişen olaylarla ilgili altı ay kuralını gözetmediğine yöneliktir. Ve ayrıca 1995-2001 arası yaşananların zamanaşımına uğradığının kabul edilmesi
8 Düğmeci Fatih, Gürsel Esin, Kadına Yönelik Aile İçi Şİddetin Önlenmesi Hususunda Devletin Yükümlülükleri ve Sorumluluğu, s.850.
9 Nisan Kuyucu,’’Kadınların Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi önünde adalete erişim sorunu: Mahkeme kararlarında cinsiyet ayrımcılığı olarak kadına yönelik şiddet’’ , Fe Dergi 7, no. 1 (2015), s. 67, URL: http://cins.ankara.edu.tr/13_5.pdf
10 Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi ,Opuz-Türkiye, Başvuru no : 33401/02, Strazburg, 9 Haziran 2009
https://hudoc.echr.coe.int/eng#{%22fulltext%22:[%22\%22CASE%20OF%20OPUZ%20v.%20TURKEY\%22%22],%22languageisocode%22:[%22TUR%22],%22appno%22:[%2233401/02%22],%22documentcollectionid2%22:[%22GRANDCHAMBER%22,%22CHAMBER%22]}
gerekliliğini belirtmiştir. Başvuranın eğer verilen kararlardan memnuniyetsizlik hissetseydi her karardan sonraki altı ay içinde Komisyon’a veya 11 Nolu Protokol’ün yürürlüğe girmesinden sonra AİHM’ye başvurmuş olacağını belirtmişlerdir. Diğer itirazları ise iç hukuk yollarının tüketilmediği yönünde olmuştur. Hükümet, başvuran ile annesinin şikayetlerini birçok kez geri çekmiş olmaları ve başvuran aleyhindeki cezai kovuşturmanın sonlandırılmasına neden olmaları gerekçesiyle başvuranın iç hukuk yollarını tüketmediğini iddia etmiştir. Başvuran ise, ilk olarak, makamların ve toplumun aile içi şiddete göz yumduğunu, aile içi şiddet uygulayanların ise cezasız kaldığını ileri sürmüştür. Başvuran, bu bağlamda, Cumhuriyet Başsavcılığı’na yapmış oldukları çok sayıda suç duyurusuna rağmen, annesi ile kendisinin yaşamlarının korunması için 4320 sayılı Kanun’da öngörülen koruyucu tedbirlerden hiçbirinin alınmadığını belirtmiştir. Diğer taraftan, makamlar, başvuran ile annesini H.O. aleyhindeki şikayetlerinden vazgeçmeleri için defalarca ikna etmeye çalışmışlardır. Yerel makamlar, H.O. tarafından yapılan ölüm tehditleri karşısında tamamen pasif kalmışlar ve başvuran ile annesini saldırganın insafına bırakmışlardır. Başvuran, ayrıca, H.O.’nun cinayetten mahkum olmasına rağmen, verilen cezanın caydırıcı olmadığını ve normalde cinayete verilen cezadan çok daha hafif olduğunu iddia etmiştir. H.O.’ya hafif ceza verilmesinin nedeni, sanığın ağır ceza mahkemesi önündeki savunmasında, onurunu korumak için başvuranın annesini öldürdüğünü iddia etmiş olmasıdır.
AİHM’nin bu bilgiler ışığında değerlendirmeleri kapsamında: ‘’Pozitif yükümlülüğün ileri sürülebilmesi için, yetkililerin, söz konusu esnada, şahıs ya da şahısların yaşamlarının üçüncü kişilerin suç fiilleri nedeniyle gerçek ve yakın bir tehdit altında bulunduğunu bildikleri veya bilmeleri gerektiği ve makul bir açıdan bakıldığında yetkileri dahilinde söz konusu tehlikeyi bertaraf etmek için kuşkuya yer bırakmayacak şekilde önlem almadıkları ortaya konulmalıdır’’ diyerek incelemeler sonucu H.O.nun başvuran ve annesine yönelik artan bir şiddet uyguladığının görüldüğünü belirtmiştir. İşlenen suçun önleyici tedbir uygulanmasını gerektirecek kadar ciddi olduğu ve mağdurların sağlık ve güvenliğine yönelik devam eden bir tehdit bulunduğu sonucuna varmıştır. Yetkililer başvuranın annesinin talebine karşı yalnızca H.O’yu sorgulamakla sınırlı bir müdahalede bulunmuştur. AİHM, anlatılanları göz önünde bulundurarak yerel makamların H.O tarafından ölümcül bir saldırı gerçekleştirilebileceğini tahmin edebilecekleri sonucuna varmıştır. AİHM, mağdurlarca şikayetin geri çekilmesine rağmen kovuşturmanın devamına karar verilmesinde, dikkate alınması gereken belirli faktörler olduğunu gözlemlemiştir:
-suçun ciddiyeti;
-mağdurun yaralarının fiziksel veya psikolojik olması;
-davalının silah kullanıp kullanmadığı;
-davalının saldırıdan bu yana tehditlerde bulunup bulunmadığı;
-davalının saldırıyı planlayıp planlamadığı;
-hanede yaşayan çocuklar üzerindeki (psikolojik) etkisi; davalının tekrar saldırıda
bulunma ihtimali;
-mağdur veya dahil olan, veya olabilecek, diğer kişilerin sağlığı ve güvenliğine
yönelik devam etmekte olan tehdit;
-mağdurun davalıyla halihazır ilişkisi; kovuşturmaya mağdurun isteğinin aksine
devam edilmesinin bu ilişki üzerindeki etkisi;
-ilişkinin evveliyatı, özellikle geçmişte de şiddet uygulanıp uygulanmadığı;
-ve davalının adli sicili, özellikle geçmişte şiddet uygulamış olup olmadığı.
Bu uygulamadan, suç ne kadar büyükse ya da başka suçların işlenmesi riski ne kadar fazlaysa, kamu yararı açısından kovuşturmanın devam etmesinin, mağdurlar şikâyetlerini geri çekse bile, o denli önemli olduğu sonucuna varılabilir diye bir değerlendirmede bulunmuştur. AİHM, bu davadaki cezai soruşturmanın, o tarihte yürürlükte olan iç hukuk hükümleri kapsamında kovuşturmanın başvuranın ve annesinin şikâyetlerini takip etmelerine bağlı olmasını ve sözkonusu hükümlerin 10 gün ya da fazla bir süre için rahatsızlık ya da iş göremezlik durumuyla sonuçlanmayan durumlarda kovuşturma makamlarının cezai soruşturmaya devam etmelerine izin vermemesini esefle karşılamış, başvuranın annesini, yaşamının ve güvenliğinin korunmasından mahrum bıraktığını gözlemlemiştir. Ve devletin her türlü aile içi şiddeti cezalandıran ve mağdurlara yeterli güvence sağlayan bir sistem geliştirmek ve bu sistemi etkin bir biçimde uygulamak şeklindeki pozitif yükümlülüğünü yerine getirmediğini belirtmiştir. Devletin yaşamı tehlikede olan bir bireyi korumaya yönelik önleyici tedbirler almasına ilişkin pozitif yükümlülüğü ışığında, sicilinde şiddet eylemleri olan bir şüpheliyle karşı karşıya olan yerel makamların, başvuranın annesini korumak amacıyla durumun ciddiyetiyle bağdaşan özel tedbirler almalarının beklenebileceğini ifade etmiştir.
Ancak bunun aksine, başvuranın annesinin sürekli korunma taleplerine karşın, polis ve sulh ceza mahkemesi, H.O.’nun yalnızca ifadesini almış ve kendisini serbest bırakmıştır. Yetkililerin, ifade almak dışında, yaklaşık iki hafta boyunca pasif kaldığı süre zarfında, H.O. başvuranın annesini öldürmüştür. Dolayısıyla, AİHS’nin 2. maddesi kapsamında, başvuranın annesinin yaşama hakkını korumaya dair pozitif yükümlülüklerini yerine getiremediğini bildirmiştir. AİHM, bu davada uygulandığı üzere, ceza hukuku sisteminin, H.O.’nun işlediği
kanunsuz eylemlerin etkili bir biçimde önlenmesini sağlayacak yeterli caydırıcı etkiyi haiz olmadığı kanısına varmıştır.11
AİHM, bilhassa, Diyarbakır Sulh Ceza Mahkemesi’nin, başvuranı yedi yerinden bıçaklamasına karşılık olarak H.O.’yu, taksitlere bölünebilen, cüz’i bir para cezasına çarptırması karşısında şaşkınlık içinde kalmıştır. AİHM, başvuranın fiziksel bütünlüğünün eşi tarafından ciddi biçimde ihlal edilmesine rağmen devlet yetkililerince caydırıcı koruma önlemlerinin alınmamış olması sebebiyle AİHS’nin 3. maddesinin ihlal edildiği sonucuna varmıştır.
AİHM bu kararın değerlendirilmesinde ‘adli pasiflik’ kavramına değinmiştir. Kadınlara uygulanan ayrımcılığın kanunlara dayanmadığını, yerel makamların genel tutumundan (aile içi şiddetten şikayetçi kadınların polis karakollarında karşılaştığı muamele ve şiddet görenlere etkili koruma sağlamadaki yargısal pasiflik) kaynaklanmaktadır. Bu olayda polis ve savcıların tamamen pasif kalmadıklarını ancak tedbirlerin hiçbirinin H.O’nun daha fazla şiddet uygulamasını engellemede yeterli olmadığını belirtmiştir. Başvurana yönelik şiddet saldırılarının tekrarlanmasını önlemeye yönelik olarak gereken gayreti gösterdikleri söylenemeyeceğini dile getirmiştir. Örneğin, ilk ciddi olayın ardından, H.O. başvuranı tekrar ağır bir biçimde darp etmeye başlamış ve hayatını tehlikeye sokmaya yetecek kadar yaralanmasına sebebiyet vermiştir, ancak “suçun niteliği ve başvuranın tekrar sağlığına kavuşması dikkate alınarak” tutuksuz yargılanmak üzere serbest bırakılmıştır. Türkiye’deki genel ve ayrımcı adli pasifliğin, kasıtlı olmasa bile, esas olarak kadınları etkilediğine ilişkin raporları göz önüne alan AİHM, başvuran ve annesinin çektikleri sıkıntının kadınlara karşı ayrımcılık türlerinden biri olan cinsiyete dayalı şiddet olarak kabul edilebileceği kanaatinde olduğunu belirtmektedir. Hükümet tarafından son yıllarda yürütülen reformlara rağmen, geçmiş yıllarda mevcut davada tespit edildiği gibi adli sistemin genel pasifliği ve saldırganların cezadan muaf olması aile içi şiddeti çözmeye uygun adımın atılmasında gereken sorumluluğun alınmadığını göstermektedir. Ulusal makamlar başvurucunun şikayetini geri almasının arkasında yatan saikleri dikkate almadan aile meselesi olarak gördükleri bir duruma müdahale etmekten kaçınmak için cezai işlemlere devam edilmemesine karar verirken, Mahkeme ayrıca ev içi şiddet davasında faillerin haklarının, mağdurların yaşama,bedensel ve ruhsal bütünlük
11 Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi ,Opuz-Türkiye, Başvuru no : 33401/02, Strazburg, 9 Haziran 2009
https://hudoc.echr.coe.int/eng#{%22fulltext%22:[%22\%22CASE%20OF%20OPUZ%20v.%20TURKEY\%22%22],%22languageisocode%22:[%22TUR%22],%22appno%22:[%2233401/02%22],%22documentcollectionid2%22:[%22GRANDCHAMBER%22,%22CHAMBER%22]}
haklarından üstün olamayacağının altını çizmiştir.12 AİHM bu genel değerlendirmelerin ardından AİHS 2, 3 ve 14. maddelerinin ihlal edildiği yönünde karar vermiştir.13
DURMAZ-TÜRKİYE DAVASI
İlgili davada O. İle geçimsizlik yaşayan G.nin aralarında yine tartışma yaşadıkları bir gün G.nin evde ölü bulunması ve ölüm sebebinin tespit edilememesi sorunu işlenmiştir. O. bahsedilen gün kavga ettiklerini, sinirlenip kadına vurduğunu sonra evden çıkıp gittiğini, döndüğünde ise bir süre sonra eşinin fenalaştığını, daha sonra da onu alıp hastaneye götürdüğünü belirtmiştir. Hastanedeki doktorlara da birtakım ilaç isimleri vererek karısının bunları aşırı dozda içtiğini belirtmiştir. Polis henüz otopsi sonucu belli olmadan hazırladıkları fezlekede kadının ölüm sebebini aşırı dozda ilaç içmek suretiyle intihar olarak belirtmiştir. Cumhuriyet savcısıysa, Nüfus Müdürlüğüne bir yazı göndererek, aşırı dozda ilaç içmek suretiyle intihar sonucu ölen G’nin ölümünün kayda geçirilebileceğini bildirmiştir. Adli Tıp Kurumu’nun sonradan gelen raporunda, G’nin kanında ve vücudundan alınan diğer örneklerde ilaç, uyuşturucu veya alkole rastlanmadığı belirtilmiştir. Ölüm sebebinin, akciğerlerde saptanan “akut alveoler şişme ve intra-alveoler kanama” olduğu bildirilmiştir. Cumhuriyet savcısı daha sonra soruşturmanın kapatılmasına karar vermiştir. Otopsi raporunda G’nin ilaç zehirlenmesine bağlı akciğer komplikasyonu sonucu hayatını kaybettiğinin belirtildiğini” ifade etmiştir. Cumhuriyet Savcısı, G’nin eşiyle yaptığı tartışma nedeniyle intihar ettiği kanaatine varmıştır. Başvuran ise, O’nun G’yi öldüğü gün dövdüğünü kabul ettiği halde, Cumhuriyet Savcısı tarafından ifadesinin alınmadığı hususuna dikkat çekmiştir. Ayrıca G ile O.nun birlikte yaşadıkları dairenin dağınık ve camlarının kırılmış olduğunu bildirdikleri halde, Cumhuriyet Savcısının söz konusu daireye gitmediğini beyan etmiştir. Başvuran, dilekçesinde, Cumhuriyet Savcısının G’nin ölümünü daha en başında intihar olarak kabul ettiğini ve bu nedenle dikkatine sunulan iddialarla ilgili herhangi bir soruşturma yürütmediğini ileri sürmüştür. Ağır ceza mahkemesine Cumhuriyet Savcısının kararının kaldırılmasına yönelik itirazda bulunsalar da Mahkeme, Savcının kararında bir isabetsizlik bulunmadığı ve söz konusu kararın usul ve yasaya uygun olduğu
12 http://help.elearning.ext.coe.int/mod/scorm/player.php?a=6732&currentorg=M3_-Uluslararas%C4%B1_Alanda_ve_Avrupa%E2%80%99da_Hukuki%C3%87er%C3%A7eve__ORG&scoid=14416&sesskey=weNa2ti7DG&display=popup&mode=normal
13 Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi ,Opuz-Türkiye, Başvuru no : 33401/02, Strazburg, 9 Haziran 2009
https://hudoc.echr.coe.int/app/conversion/pdf?library=ECHR&id=001-124268&filename=CASE%20OF%20OPUZ%20v.%20TURKEY%20-%20[Turkish%20Translation]%20summary%20by%20the%20Turkish%20Ministry%20of%20Foreign%20Affairs.pdf
kanaatine varmıştır. AİHM’ye yapılan başvuru sonucu Mahkeme hükümetten talep ettiği ve gönderilen Adli Tıp Raporuna göre O. tarafından ismi verilen iki ilaç da dahil olmak üzere veritabanında yer alan maddelerle karşılaştırıldığını doğrulamışlar ve G’nin söz konusu maddelerden herhangi birini alması sonucu hayatını kaybetmediğini bildirmişlerdir. Ayrıca Adli Tıp Kurumu’nda görevli bilirkişiler, raporlarında, G’nin akciğerlerde saptanan “akut alveoler şişme ve intra-alveoler kanama” sonucu hayatını kaybettiğinin belirtildiği eski tarihli otopsi raporundaki bu tespite katılmadıklarını beyan etmişlerdir. Söz konusu bilirkişiler, otopsi raporunda, G’nin ölüm sebebinin tespit edilemediğinin belirtilmesi gerektiğini ifade etmişlerdir. Başvuran, somut davadaki esas meselenin, Türkiye’de sistemsel bir sorun olan kadına yönelik aile içi şiddete ulusal makamlar tarafından sürekli olarak tolerans gösterilmesi olduğunu ileri sürmüştür. Başvuran, Türkiye’de ulusal makamların aile içi şiddete yönelik yaklaşımları konusunda Mahkemenin Opuz / Tükiye davasında yaptığı tespitlere atıfta bulunarak, somut dava aile içi şiddete ilişkin olmasaydı, ulusal makamlar, usul yükümlülüklerini yerine getirerek etkin bir soruşturma yürütürlerdi şeklinde bir iddiada bulunmuştur. Hükümet, başvuranın kızının ölümüne ilişkin olarak ulusal makamlarca etkin bir soruşturma yürütüldüğünü, Cumhuriyet Savcısının bizzat olay yerine gitmemesinin soruşturmanın etkinliğine zarar vermediğini ileri sürmüştür.
Mahkeme, somut davaya konu olan olaylarla ilgili olarak, öncelikle, ilgili belgelerden, Cumhuriyet Savcısı ve soruşturmada görevli polis memurlarının, başvuranın kızının ölüm sebebine ilişkin araştırmalar sırasında önyargılı davrandıklarının anlaşıldığı kanısına varmıştır. Gerek Cumhuriyet Savcısı gerekse polisin, ellerinde bu yönde herhangi bir delil olmamasına rağmen, G’nin intihar ettiğini peşinen kabul ettikleri ve henüz soruşturma dahi tamamlanmadan gönderdikleri yazılarda, G’nin aşırı dozda ilaç almak suretiyle intihar sonucu hayatını kaybettiğini belirttikleri görülmektedir. Mahkemeye göre, Cumhuriyet Savcısının, ilk olarak, G’nin eşi O’nun ifadesini almakla işe başlaması gerekirdi. Zira O. hastanedeki doktor ve hemşirelere G’nin ilaç aldığı şeklinde yanlış bilgi vererek, olayın şüpheli intihar vakası olarak değerlendirilip tedavinin bu yönde yapılmasını sağlamış ve söz konusu görevlilerin, G. açısından son derece önemli olan zamanı, onun hayatını kurtarmak amacıyla sorunun esas kaynağını tespit etmeye çalışmakla geçirmelerine engel olmuştur. Cumhuriyet Savcısı, soruşturmanın hiçbir aşamasında O.O.’nun ifadesini almaya yönelik bir adım atmamıştır. Mahkeme, yetkililerin, olay gününün daha erken saatlerinde kavga edildiği belirtilen eve gitmediklerini, şayet gitmeleri halinde, G’nin ölümüne sebep olan olayların ardında yatan gerçeklerin açıklığa kavuşturulabileceğini ve çift arasında yaşanan söz konusu kavganın, şayet
önemli ise, ne derece önemli olduğunun değerlendirilebileceğini ileri süren başvuranın bu yöndeki beyanlarına katılmıştır. Ancak, olay yeri inceleme uzmanları bir yana, Cumhuriyet Savcısı ve soruşturmada görevli polis memurlarının dahi söz konusu daireye hiç gitmedikleri görülmektedir. Mahkeme, soruşturmanın kapatılmasına dair savcılık kararının tek dayanağının, O’nun doktorlara G’nin aşırı dozda iki ilaç aldığı yönünde verdiği yanıltıcı bilgi olduğuna dikkat çekmektedir. Söz konusu karar, başka delillerle desteklenmemiştir. Mahkeme, söz konusu davada yürütülen soruşturmada söz konusu olan eksikliklerin, Türkiye’de aile içi şiddete ilişkin diğer soruşturmalardaki eksikliklerle aynı nitelikte olduğu kanısındadır. Mahkeme, bahsi geçen soruşturmalardan birini inceleme fırsatı bulduğu bir davada, aile içi şiddetin başta kadınları etkilediğine ve Türkiye’de, yargıdaki genel ve ayrımcı nitelikteki etkisizliğin, aile içi şiddeti teşvik eden bir ortam yarattığına ilişkin olarak, ilk bakışta haklı görülebilecek delillerin mevcut olduğu sonucuna varmıştır. Mahkeme, somut davada kanıtlandığı üzere, Cumhuriyet savcısına atfedilebilecek söz konusu ciddi eksikliklerin, yargının, aile içi şiddet iddiaları konusundaki etkisizliğinin göstergesi olduğu kanısındadır. Mahkeme ulusal makamların, ölüm sebebinin belirlenmesini ve sorumluların tespit edilerek cezalandırılmasını sağlayacak nitelikte etkin bir soruşturma yürütmediği sonucuna varmış, başvuranın kızı G’nin ölümüyle ilgili olarak, Sözleşme’nin 2. maddesinin usul yönünden ihlal edildiğine karar vermiştir.
CİVEK-TÜRKİYE DAVASI
Dava konusu olayda S. Civek eşinden şiddet görmesi sebebiyle, şiddet gören kadınlar için hizmet veren kadın konuk evine gitmiş. Bir müddet sonra ise kendi rızasıyla evine dönmüştür. Bir zaman sonra yine eşinden şiddet görmüş ve ölüm tehdidi ve eşinin kendisini yaraladığı iddiasıyla Savcılığa suç duyurusunda bulunmuştur. Verdiği ifadede kocasının sürekli içtiğini ,çalışmadığını,kendisine şiddet uyguladığını,daha önce bundan dolayı evi terk edip kadın sığınma evinde kaldığını daha sonra ise eşinin ailesinin yoğun ısrarı,eşinin bir daha şiddet uygulamayacağına,çalışmaya başlayacağına dair sözler vermesi üzerine eve geri döndüğünü ancak bir hafta sonra şiddetin tekrar başladığını ifade etmiştir.
İş sebebiyle kendisiyle görüştüğünü ifade ettiği H.A.S ile eşinin aralarında duygusal bir ilişki olduğundan şüphelenip S. Civek’i yaralamıştır. Asliye Hukuk Mahkemesi, H.C.’nin, eşi S. Civek’e karşı şiddet veya tehdit edici davranışlarda bulunmamasına, davalının evi terkine ve bu evden üç ay süre ile uzaklaştırılmasına ve evin Selma Civek’e tahsisine karar vermiştir. Tedbirlere aykırı davranılması halinde, tutuklanacağı ve hapis cezasına hükmolunacağı
hususlarında H.C.’ye ihtarda bulunulmuştur. Cumhuriyet Savcısı, S. Civek’i yaralama ve darp nedeniyle H.C. hakkında iddianame düzenlemiştir. S. Civek daha sonra şikâyetini geri almış ve H.C. serbest bırakılmıştır. Söz konusu salıverilmenin yanında, polis karakolunda ya da jandarmada imza atma yükümlülüğü ile hakkında adli kontrol tedbiri uygulanmasına karar verilmiştir. H.C’ye, eşi S. Civek’e karşı şiddet veya tehdit edici davranışlarda bulunmamasına, davalının evi terkine ve bu evden uzaklaştırılmasına ve evin S. Civek’e tahsisine karar verildiği tebliğ edilmiştir. Ardından H.C, S.ye evi terk etmesini aksi takdirde onu öldüreceğini söyleyerek tehditler yollamaya başlamıştır. S. Çocuklarını dahi okula götürmekten korkmaya başladığını ,telefonla da tehditler aldığını belirtmiştir. 1 ay sonra aynı sebeplerle yine şikayetçi olmuştur. Cumhuriyet Savcısı aynı tarihte, öldürmekle tehdit etme ve koruma kararı kapsamındaki yükümlülüklerini yerine getirmeme nedeniyle H.C. hakkında iddianame düzenlemiştir. Çocuklarından alınan ifadeler de annelerini doğrular nitelikte iddialardır. Savcı yaklaşık bir ay sonra yine hakaret ve tehdit etme ile koruma tedbirlerine riayet etmeme nedeniyle H.C. hakkında tekrar iddianame düzenlemiştir. Ancak bundan 4 gün sonra S. ,H.C. tarafından sokak ortasında bıçaklanarak öldürülmüştür. Savcılık, yürütülen ceza soruşturması sonunda, Mahkemeye tasarlayarak adam öldürme nedeniyle H.C. hakkında iddianame sunmuştur. H.C., polis, savcılık ve Ağır Ceza Mahkemesinde verdiği ifadelerde, suçunu itiraf etmiştir. Eşini, sadakatsiz olduğu için öldürdüğünü, olay günü, eşine, kendisini neden aldattığını; çocuklarının ve kendisinin yüzüne bakmaya nasıl devam edebildiğini sorduğunu; bunun üzerine eşinin kendisine verecek hiçbir hesabı olmadığını; zira onun, çocuklarının babası olmadığını söylediğini ileri sürmüştür. Bunun üzerine kontrolünü kaybettiğini ve onurunu korumak için eşini bıçakladığını ifade etmiştir. mahkemece ağırlaştırılmış müebbet hapse mahkum edilmiştir. AİHM’ye yapılan başvuruya Hükümet, başvuranların Anayasa Mahkemesi önünde bireysel başvuruda bulunmuş olmaları gerektiği kanaatiyle itiraz etmiştir. Başvuranların, Mahkeme’ye başvuruda bulunmadan önce, öncelikle Anayasa Mahkemesine başvurmaları gerekip gerekmediği konusuyla ilgili olarak, Mahkeme, iç hukuk yollarının tüketilip tüketilmediğinin kural olarak Mahkeme’ye başvuru yapıldığı tarihe göre değerlendirildiğini hatırlatmıştır. Ancak Mahkeme’ye göre bu kuralın her davanın kendine özgü koşullarıyla gerekçelendirilebilecek istisnaları bulunmaktadır. Mahkeme, özellikle uzun yargılama süresi konusunda, bazı üye Devletler aleyhine yapılan başvurularda bu genel ilkeden ayrıldığını hatırlatmıştır. Hükümetin itirazı reddedilmiştir.
Hükümet, başvuruya konu olay sonrasındaki gelişmelerle ilgili olarak Mahkeme’ye şu bilgileri vermektedir:
– 20 Mart 2012 tarihinde yürürlüğe giren 6284 sayılı Ailenin Korunması ve Kadına Karşı Şiddetin Önlenmesine Dair Kanun, idari ve adli makamlara, kadınlara yönelik şiddet eylemlerine karşı önleyici ve koruyucu tedbirler alma yetkisi vermektedir;
– 2012 yılında, Kadına Yönelik Şiddetle Mücadele Ulusal Eylem Planı yürürlüğe girmiştir; düzenli olarak, Planı izleme ve değerlendirme toplantıları gerçekleştirilmiştir;
– 5 Ocak 2013 tarihinde, şiddet mağduru kadınlar için barınma merkezleri ve konuk evleri açılmıştır;
– 18 Ocak 2013 tarihinde, kadına yönelik şiddetle mücadele kapsamında, Şiddet Önleme ve İzleme Merkezleri kurulmuştur;
– 14 Mart 2012 tarihinde Türkiye tarafından imzalanan Kadına Yönelik Şiddet ve Aile İçi Şiddetin Önlenmesi ve Bunlarla Mücadeleye İlişkin Avrupa Konseyi Sözleşmesi (İstanbul Sözleşmesi) 1 Ağustos 2014 tarihinde yürürlüğe girmiştir;
– 25 Kasım 2014 tarihinde, kadına yönelik şiddetin sebeplerinin araştırılması ve bu bağlamda alınması gereken tedbirlerin belirlenmesi amacıyla bir Meclis Araştırma Komisyonu kurulmuştur;
– Kadına karşı şiddetin önlenmesi çalışmaları kapsamında, çeşitli idari birimlerde görevli olan 157.000 kamu personeline spesifik bir eğitim verilmiştir.
Mahkeme, Sözleşme’nin 2. maddesinin 1. fıkrasının, Devlete yalnızca kasten ve yasaya aykırı şekilde ölüme sebebiyet verilmesini engelleme zorunluluğu getirmekle kalmadığını, aynı zamanda Devlete kendi yargı yetkisi altında bulunan kişilerin yaşamını korumaya yönelik gerekli tedbirleri alma yükümlülüğü de yüklediğini hatırlatmıştır. Ayrıca Mahkeme fiziksel veya psikolojik şiddetten, sözlü saldırıya kadar çeşitli türleri olan aile içi şiddet sorununun mevcut davayla sınırlandırılamayacağının, burada üye devletlerin tamamını ilgilendiren ortak genel bir sorun olduğunun altını çizmiştir. Somut olayda, Mahkeme, başvuranların anne ve babası arasındaki sıkıntılı ilişkinin yanı sıra, babanın eşine uyguladığı şiddetin güvenlik güçleri tarafından bilindiğini gözlemlemektedir. Mahkeme, polisin, S. Civek’in yapmış olduğu çok sayıdaki şikâyetin yanı sıra ve başvuranların tanık ifadeleri sayesinde cinayet ihtimali bulunduğundan bilgi sahibi olduklarını tespit etmektedir. Bu nedenle, yetkililerin, S. Civek’in ölümcül bir saldırıya maruz kalabileceğini bildikleri veya bilmeleri gerektiği kanaatine
varılabilir olduğunu belirtmiştir. Ayrıca, koşullar dikkate alındığında, söz konusu riskin gerçek ve yakın olarak değerlendirilebileceğini belirtmiştir.
Mahkeme, yetkililerin, H.C’ nin serbest bırakıldığı tarihten itibaren, S. Civek cinayetine engel olmak amacıyla yeterince somut şekilde hareket etmediklerini değerlendirmiştir. Bununla birlikte, emniyet birimlerinin H.C. ‘nin daha önceki eylemlerini bilmeleri nedeniyle, bu tür tedbirlerin alınması gerekirdi diyerek ,H.C.nin eşini darp etme ve yaralama nedeniyle soruşturulduğunda ; ihtarlara ve kendisine bildirilen adli denetim tedbirlerine uymaması halinde tutuklanmakla ihtar edilmesine rağmen bu yola başvurulmadığını, iddianame hazırlamak dışında etkili bir yöntem izlenmediğini belirtmiştir. Ele alınan gerekçeler ışığında Mahkeme, somut olayın koşullarında, yetkililerin, S. Civek’in yaşamı için gerçek ve yakın olan bir riskin gerçekleşmesini önlemek amacıyla makul olarak alabilecekleri tedbirleri almadıkları sonucuna varmış, Sözleşme’nin 2. maddesinin ihlal edildiğine karar vermiştir. Başvuranların 14.maddenin ihlal edildiği iddiasına Hükümet karşı çıkmıştır. Mevcut davanın Opuz davasından farklı olduğu belirterek, bu bağlamda yetkililerin, somut olayda tamamen pasiflik içinde olmadıklarını değerlendirmiştir. Ayrıca Hükümet, ceza davası sırasında, Ağır Ceza Mahkemesi’nin, takdiri indirim ve tahrik indirimi uygulamadığını ve katilin, ağırlaştırılmış müebbet hapis cezasına mahkûm edildiğini kaydetmiştir. Mahkeme de 14. Madde bakımından ayrıca karar verilmesine gerek olmadığına karar vermiştir.
A/ HIRVATİSTAN DAVASI
A, Başvuranın şimdiki eski eşi, yıllar boyunca başvuranı sürekli olarak vücudunda yaralanmalara neden olan fiziksel şiddete ve ölüm tehditlerine maruz bırakmış ve ayrıca küçük kızlarının karşısında devamlı olarak kötü muamelede bulunmuştur. Saklandıktan sonra başvuran, eski eşinin kendisini izlemesini ve rahatsız etmesini engellemek için mahkeme kararı alınmasını talep etmiş Bu talep, başvuranın hayatına yönelik acil bir riskin varlığını göstermediği gerekçesiyle reddedilmiştir.
Mahkeme Hırvat yetkililerin, başvuranı korumak veya eski eşinin şiddet içeren davranışlarının kaynağı olan psikolojik problemleriyle ilgilenmek için mahkemelerce alınan tedbirlerin birçoğunu uygulamamaları gerekçesiyle Sözleşme’nin özel hayata ve aile hayatına saygı hakkını ele alan 8. maddesinin ihlal edildiğine karar vermiştir. Ayrıca, başvuranın eski eşinin herhangi bir psikiyatrik tedavi görüp görmediği net değildir. Mahkeme özellikle, başvuranın Hırvatistan’da aile içi şiddete karşı alınan tedbirlerin ve uygulamaların veya söz konusu tedbir ve uygulamaların etkilerinin ayrımcı nitelikte olduğunu gösteren yeterli kanıt göstermediği
gerekçesiyle, Sözleşme’nin ayrımcılık yasağını ele alan 14. maddesi uyarınca yaptığı şikâyeti kabul edilemez olarak nitelendirmiştir.
M. G. / TÜRKİYE DAVASI
Bu dava, başvuranın evliliği esnasında maruz kaldığı şiddet, boşanmasının ardından maruz kaldığı tehditler ve daha sonraki yargılamalara ilişkindir. Özellikle, başvuran, yerel makamları maruz kaldığı şiddeti önleyemedikleri gerekçesiyle eleştirmiştir. Başvuran, ayrıca, Türkiye’de kadına şiddete ilişkin kalıcı ve sistematik şekilde yapılan ayrımcılık hakkında şikâyetçi olmuştur. Türk yetkililerin cezai yargılama işlemlerini yürütme şekillerinin Sözleşme’nin 3. maddesinin gerekliliklerini yerine getirilmesini sağlamadığına hükmederek insanlık dışı ve aşağılayıcı muamele yasağını ele alan Sözleşme’nin 3. maddesinin ihlal edildiğine karar vermişlerdir. Mahkeme, özellikle, yargılama işlemlerinin başvuranın eşi hakkında suç duyurusunda bulunmasından beş yıl altı ayı geçkin süre sonra açıldığını ve yargılamaların hala derdest halde olduğu göz önüne alındığında yetkililerin pozitif bir tutum içerisinde olduklarını ifade etmiştir. Mahkeme, ayrıca, boşanmanın 24 Eylül 2007 tarihinde gerçekleşmesinin ardından 6284 sayılı yeni Kanun yürürlüğe girene kadar, yürürlükte bulunan yasal mevzuatın boşanmış olan başvurana korunma tedbirleri sağlamadığına hükmederek Sözleşme’nin 3. maddesi ile birlikte ele alındığında ayrımcılık yasağını içeren 14. maddesinin ihlal edildiğine karar vermiş ve ulusal mahkemelere başvurduktan sonra senelerce, başvuranın eski eşinden korkarak yaşamaya mahkum edildiğini ifade etmiştir.14
EREMİA ve DİĞERLERİ / MOLDOVA CUMHURİYETİ DAVASI
Birinci başvuran ve iki kızı, Moldovalı yetkililerin kendilerini bir polis memuru olan birinci başvuranın eşinin şiddet içeren ve istismar edici davranışlarından koruyamadıkları konusunda şikâyetçi olmuşlardır. 2011’de soruşturma başlatılsa da failin suçluluğuna dair önemli deliller bulunmasına rağmen soruşturma bir yıl içinde suçun tekrarlanması halinde yeniden açılmak üzere ertelenmiştir.15 Mahkeme, birinci başvuran ile ilgili olarak, yetkililerin istismara ilişkin bilgileri olmasına karşın, eşine karşı etkili tedbirler almadıkları ve başvuranı aile içi şiddete daha fazla maruz kalmaktan koruyamadıkları gerekçesiyle, Sözleşme’nin insanlık dışı ve
14 http://hudoc.echr.coe.int/eng?i=001-164220
15 http://help.elearning.ext.coe.int/mod/scorm/player.php?a=6732&currentorg=M3_-Uluslararas%C4%B1_Alanda_ve_Avrupa%E2%80%99da_Hukuki%C3%87er%C3%A7eve__ORG&scoid=14416&sesskey=kQtrbmaGYG&display=popup&mode=normal
aşağılayıcı muamele yasağını ele alan 3. maddesinin ihlal edildiğine karar vermiştir. Ayrıca Mahkeme, kızlarına ilişkin olarak, aile evinde babalarının annelerine uyguladığı şiddete şahit olmalarının yıkıcı psikolojik etkileri olmasına rağmen, bunun gibi davranışların tekrarlanmasını önlemek için hiçbir girişimde bulunulmadığı göz önüne alındığında, Sözleşme’nin özel hayata ve aile hayatına saygı hakkını ele alan 8. maddesinin ihlal edildiğine karar vermiştir. Son olarak Mahkeme, birinci başvurana ilişkin olarak, yetkililerin adım atmadıkları veya maruz kaldığı şiddetle başa çıkarken geciktikleri düşüncesinde değildir; ancak, yetkililerin davranışlarının söz konusu şiddete devamlı olarak göz yumduklarına işaret ettiğini ve bir kadın olarak birinci başvurana ayırımcı bir tavır yansıttığını değerlendirmektedir. Bu bağlamda Mahkeme, Birleşmiş Milletler Kadına Karşı Şiddet, Nedenleri ve Sonuçları Özel Raportörlüğü’nün bulguları yalnızca, yetkililerin Moldova Cumhuriyeti’nde aile içi şiddet problemlerinin ciddiyetini, boyutunu ve kadınlar üzerindeki ayırımcı etkisini tam olarak anlamadıkları izlenimini desteklemiştir.
BEVACQUA ve S. / BULGARİSTAN DAVASI
Eşi tarafından devamlı dövüldüğünü iddia eden birinci başvuran, üç yaşındaki oğlunu yanına alarak eşinden ayrılmış ve boşanma davası açmıştır. Ancak birinci başvuran, eşinin kendisini dövmeyi sürdürdüğünü ileri sürmüştür. Birinci başvuran, oğluyla beraber kadın sığınma evinde dört gün boyunca kalmıştır, ancak çocuğu kaçırmasının hakkında kovuşturma işlemi başlatmasına neden olacağını ve bunun da çocuğun velayetinin paylaşılmasıyla sonuçlanacağı hususunda uyarılmıştır. Bu konuda birinci başvuran, eşinin mahkeme kararına itibar etmeyeceğini belirtmiştir. Eşinin ısrarlı olarak saldırıyla suçlanmasının, daha fazla şiddet doğurduğu iddia edilmiştir. Birinci başvuranın, velayete ilişkin geçici tedbir alınması talebine öncelik verilmemiş ve birinci başvuran bir yıldan daha uzun bir süre sonra nihayet boşanma gerçekleştiğinde oğlunun velayetini almıştır. Bir sonraki yıl, eski eşi tarafından tekrar dövülmüş ve ceza soruşturması talepleri, bu durumun özel soruşturma gerektiren “özel bir mesele” olduğu gerekçesiyle, reddedilmiştir. Mahkeme, başvuranı ve her şeyden önce, ikinci başvuranın çıkarlarını kötü bir şekilde etkileyen bir durumda yerel mahkemelerin velayete ilişkin olarak geçici tedbirler almamalarının ve aynı dönemde, yetkililerin birinci başvuranın eski eşinin davranışlarına karşılık olarak yeterli tedbir almamalarının sonuçları dikkate alındığında, Sözleşme’nin aile hayatına saygı hakkını ele alan 8. maddesinin ihlal edildiğine hükmetmiştir. Mahkeme’ye göre, bu durum, Sözleşme’nin 8. maddesi uyarınca Devletin, özel hayata ve aile hayatına saygı hakkını güvence altına almaya ilişkin pozitif yükümlülüğüne aykırı olarak başvuranlara yardım edilmemesine yol açmıştır. Mahkeme, özellikle, ihtilaf konusu olayı “özel
bir mesele” olarak değerlendirmenin yetkililerin, başvuranın aile hayatını koruma yükümlülüklerine uygun olmadığını vurgulamıştır.16
İncelemiş olduğumuz içtihatlar doğrultusunda söylenebilir ki AİHM kadına yönelik şiddete ilişkin davaları uluslar arası belgeleri de dikkate alarak ,devletin sorumluluğunu gözeterek ele almakta ve buna yönelik kararlar vermektedir.
16Case of Bevacqua (Application no. 71127/01) Strasbourg, 12 September 2008 http://hudoc.echr.coe.int/eng?i=001-86875
KAYNAKÇA
https://dergipark.org.tr/tr/download/article-file/398473
http://webftp.gazi.edu.tr/hukuk/dergi/18_2_8.pdf
https://anayasagundemi.com/2020/08/03/forum-av-rabia-gundogmus-insan-haklari-avrupa-mahkemesinin-kadina-yonelik-siddet-ve-ev-ici-siddet-konulu-ictihadinin-tedrici-gelisimi-1/
https://www.mevzuat.gov.tr/MevzuatMetin/1.5.6284.pdf
https://cins.ankara.edu.tr/13_5.pdf
https://dergipark.org.tr/tr/download/article-file/851958
https://dergipark.org.tr/tr/download/article-file/398519
https://hudoc.echr.coe.int/eng#{%22fulltext%22:[%22\%22CASE%20OF%20OPUZ%20v.%20TURKEY\%22%22],%22languageisocode%22:[%22TUR%22],%22appno%22:[%2233401/02%22],%22documentcollectionid2%22:[%22GRANDCHAMBER%22,%22CHAMBER%22]}
https://www.echr.coe.int/Documents/FS_Domestic_violence_TUR.pdf
http://help.elearning.ext.coe.int/mod/scorm/view.php?id=91132
http://hudoc.echr.coe.int/eng?i=001-86875
http://hudoc.echr.coe.int/eng?i=001-119968
http://hudoc.echr.coe.int/eng?i=001-164220
http://hudoc.echr.coe.int/eng?i=001-101152
http://hudoc.echr.coe.int/eng?i=001-162680
http://hudoc.echr.coe.int/eng?i=001-153200